GÜNEŞİN ÜŞÜDÜĞÜ ŞEHİR
TARİHÇİ : Aydanur Yıldız ÇAKIR
Baharında bile kış taşırsın.
Sevincin hüzünlü,
Kahkahan yok senin.
Mütebessim çehrenle güzelsin ARDAHAN’IM!
Şubat ayının 23’ ünü gösterdiği bugün, kurtuluşunun 101. Yıldönümüne ulaşan, “Güneşin Üşüdüğü Şehir” den gönülleri ısıtacak, bir hoş nefha…
Ardahan, Anadolu’nun kuzeydoğu köşesinde çatı, Karadeniz’e tutunmuş; Gürcistan sınırında kapı, Kafkaslara açılan.
“Tarihin öznesi insan ise onu şekillendiren yoğuran coğrafyadır elbet. Cesareti, yiğitliği, asaleti, yumuşaklığı, taassubu, dini anlama ve yaşama biçimi ve karakteri ile insanoğlu; kök saldığı, beslendiği, büyüdüğü toprağın, toprak anasının oğludur” derdi hocam, Prof. Dr. Muammer Gül.
1900 metre yükseklikte konumlanmış bu serhat şehrin insanları tam da bu sebepten, biraz Anadolu, biraz Kafkas ve yerinde duramayan kanıyla biraz Karadeniz’dir.
Yine aynı sebeple, güneşin ısıtamadığı bu şehri ısıtmak insanlarına düşmüştür. Onlara seslendiğinizde, alacağınız sımsıcak “Cân” deyişleri vardır, “Cân, canımsın buyur.” Bu samimi, içten mukabele güneşten daha çok ısıtır muhatabının kalbini.
Kafkaslardan esen rüzgâr ise, Şeyh Şamil’den selam getirir Anadolu’ya.
Ardahan, yaklaşık 3000 yıllık tarihi geçmişiyle, Büyük Anadolu Medeniyetinin ilk tohumlarının atıldığı, kültürlerin, geleneklerin, âşıkların gelip geçtiği göç ve kavşak noktası; güneşin ve kültürün Anadolu’ya ilk doğduğu yerdir.
1068’de Sultan Alparslan’ın fethiyle Malazgirt’ten önce, Anadolu’nun ilk toprak parçası olma özelliğini taşır.
1555, Amasya Antlaşması ile Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir.
1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sonunda imzalanan, Ayastefanos Antlaşması’nda Rusya’ ya bırakılan Ardahan, tam 40 yıl Rus elinde kalmıştır.
1918’de, Birest Litovsk’la “Yeter, ne olur, bitsin artık bu hasret!” diyerek, Anadolu’ya kavuşmuş son gurbetçisidir vatan toprağının.
Lakin vuslat sevinci kısa sürecek bu defa da 30 Ekim’de imzalanan, Mondros Mütarekesi’yle ordumuzun çekilmesi sonucu, Ermeni ve Gürcülerin işgaline uğrayacaktır Ardahan.
“Tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadeleye devam!” diyen ve “Türk Yılmaz” parolasıyla dağları aşıp imdadımıza yetişen, Doğu Fatih’i Kazım Karabekir Paşa’nın emrinde, yiğitliğiyle ün salmış Deli Halid Paşa komutasındaki şanlı ordumuz bırakır mı bir daha onu, “23 Şubat 1921” de düşman işgalinden kurtarır ve tarihe Ardahan’ın kurtuluş günü olarak kazır “23 Şubat”ı.
Ancak ne acıdır ki, Şubat’ta büyük sevincini bile buruk yaşar Ardahanlı, kanayan bir yarası vardır zira. Ardahan’ı düşman elinden alan Halaskâr Halid Paşa, Ardahan‘ın ilk mebusu ünvanıyla girdiği Büyük Millet Meclisi koridorlarında, 9 Şubat’ta vurulacak ve tam beş gün sonra meclisten hastaneye götürülmeden, kurtarıcısı olamadan 14 Şubat 1925 ‘te vefat edecektir.
Ardahan’ın bu hicran dolu tarihinden midir Anadolu’nun en fazla âşığına ve ozanına sahip olması bilinmez fakat kolay mı 40 yıl kafeste bülbül olup da dile gelmemek?
Hülasa kimlik sorgulamasından sonra geçelim mi artık, yıllar geçse de çehresi, doğallığı, insanı ve gelenekleriyle değişmeyen, hep aynı kalan küçük ve şirin şehre?
Nehirlerin, dağların ağaçların eşlik ettiği uzun yolların ardından bütün serinliğiyle, çiçek ve çamlarla kaplı geniş ova, karlı yaylaların saklı bahçesi, tebessüm eden çehresiyle, ağuşunu açmış bekliyor, bağrına basmak için…
Memleket; sükûn, huzur, vuslat, neşe, çocukluk, heyecan demek.
1900 metre rakımlı, yükseklerin diyarı Ardahan.
İşte Kura.
Allahu Ekber dağlarından doğan Kura nehri, şehrin girişinde elinin değdiği yerleri yeşerterek çizdiği mendereslerle, süzülür nazlı bir gelin gibi.
Hemen yukarısında, Ardahan Kalesi, Selçuklu taşlarıyla bezeli, Kanuni Sultan Süleyman’dan yadigâr Osmanlı tacı, süsler gelininin başını.
Rus bakiyesi Demir Köprü, nehrin kemeri.
Kalenin az ilerisinde, Yanık Camii de ziyaret edelim mi? Yanık Camii aslında bağrı yanık cami. Bildiğiniz camilerden farklı kendisi yok ama içinden yükselen çığlıklar hala taze. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim.
Ermeni mezaliminin bu coğrafyada hüküm sürdüğü yıllarda, camiye topladıkları kadın çocuk ve erkeklerin diri diri yakıldığı camidir burası.
Sonradan, Türkler’e attıkları iftiraları duyduğumda inanamamıştım; asıl onlar değil miydi acımasızca katliam, soykırım yapan, yakıp, yıkan?
Bu üzücü hatıralar tadımızı kaçırmışken haydi kura çayırlarında oturup, damaklarınızı daha önce hiç bilmediği bir balla tatlandıralım. Ardahan balı, 1800 civarında çoğu endemik yani yöreye has çiçeklerden, Kafkas arısının başka arılarda olmayan uzun hortumuyla topladığı çiçek balı, kokusu tadı bambaşka bir şifa kaynağı.
Kaz sürülerini görüyor musunuz dere kenarında? Kaz, Ardahan evlerinin olmazsa olmazı, kış gecelerinin kıymetli misafirlerine en leziz ikramı.
İyice bakın şu uçsuz bucaksız bozkıra ve üzerinde özgürce dolaşan hayvan sürülerinden, atlardan oluşan manzaraya, size de Orta Asya bozkırlarını anımsatmadı mı? Ardahan, Anadolu’nun Orta Asya’sını sizler için saklıyor.
Bozkır manzarasından, asırlık çam ağaçlarıyla kaplı, kelebeklerinin üzerinden eksik olmadığı, rengârenk çiçeklerle bezeli, Çamlıçatak ormanında, kendimizi tabiatın dile geldiği sese, huzurun kucağına bırakıp, zamanı biraz durduralım mı şimdi, semaver çayı eşliğinde?
Yolumuza devam edelim, Çıldır Gölü’ne gidiyoruz.
“Kaleler ve Kuleler Şehri” nde yol alırken solda uzaktan görünen bir kale, Urartulardan kalma Şeytan Kalesi, yüksekçe bir tepeye konumlandırılmış. Yakından görmek, dokunmak biraz meşakkatli yolculuktan sonra mümkün oluyor meraklılarına.
Çıldır Gölü, nasıl bir cömertlik, misafirperverliktir senin ki? Yazın serin sularında, kışın donan bağrında misafirin eksilmez.
Yazın da büyüleyicisin amma, beni benden alan, kış şenliğin.
Beyazın sonsuz ufuklarında, buz tutmuş gölün, karla kaplı dağın beyazlığında kaybolmuşken atların şahlanışıyla kendine gelmek…
“At, ebediyet fatihi insanın göz ve estetik planından, bütün çizgileri, hareketleri, kabiliyetleriyle en ihtişamlı kahramanlık sembolü” der Necip Fazıl, At’a Senfonisi’nde.
Buz tutan göl üzerinde atlı kızaklarla yapılan gezinti, tarifi olmayan bir haz verir; âşık eder gelenleri bu coğrafyaya. Bu hizmeti verenler sürerler atlarını dörtnala Çıldır Gölü’nün kalbine.
Cirit oynanmaz mı şahlanan rahvan atlar üzerinde?
Bir yanda âşık atışmaları başlar, sazlar çalar; irticalen damlar, dilden nağmeler…
“Bura şenliğin diyarı, devrana gel sen Çıldır’a
Âli Osman’ın sancağı, fermana gel sen Çıldır’a.
Meclisinde âşık dinler, herkesin içine siner
Ağalar yahşi at biner, rahvana gel sen Çıldır’a.”
Yalnız donmuş gölün değil bütün şenlik ve düğünlerin vazgeçilmezi, Kafkas kıyafetleriyle bezeli oyun ekibi, akordiyon eşliğinde Kafkas folklörünü sergiler birbirinden seri figürleriyle.
Etrafına toplanmış aynı hissiyatla coşar ahali; Ahıska Türk’ü, Türkmen’i, Kürt’ü, Terekeme’si.
Buzu kıran balıkçı, çıkarır çırpınan sarıbalığı, ikram eder misafirlerine şimdi…
Kış, bütün zorluklarına rağmen doyumsuz tatlar bıraksa da bir türlü anlayamazdım; yaz, Ardahan’a gelmek için neden bu kadar nazlanır?
Geç öğrendim; kış, kara sevdalısıymış Ardahan’ın, izin vermezmiş yaza.
Yaz çabalar, karı delip açtırmak isterken kardelenlerini; kar, tülden örtü gibi üzerini kaplar “Henüz gitmedim ki buradayım” dermiş.
Mayıs olup her yere yaz dolunca müsaade istermiş çekinerek yaz gelmek için. Bu defa, çiseleyip karını yazın üstüne “Gel, ama ben hep buradayım unutma!” dermiş.
Ağustos’ta dolu olur yağarmış şehrin üstüne, hissettirirmiş hep orada olduğunu yine…
Bir kış masalıdır anlayacağınız Ardahan.
Ve ben, bu sevdada doğan kar tanesi… Veda sözleri söyleyemem…